Doğu Kürdistan’daki İşgale Kör Kalanlar Filistin’i Savunamaz, Siyonizme Karşı Duramaz!
İki yıldır aralıksız Filistin’e daha özelde ise Gazze’ye yönelik saldırılarını sürdüren Siyonist İsrail’in devamında kısmen Lübnan’a ve şimdi de günlerdir aralıksız İran’a doğru savaş hattını çevirmesi ‘savaşa karşı tutum’ konusunu doğal olarak yeniden gündeme getirdi. Savaşlar, seçimler, ulusal mesele gibi kategoriler; Marksist akım ile revizyonist, sosyal şoven, oportünist, pasifist barışçı akımları birbirinden ayırt edebilme konusunda oldukça işlevli başlıklar olduğunu bir kez daha İsrail-İran Savaşı ile de göstermiş oldu.
Uzun süredir Marksist teoriyi ‘emperyalizm\anti-emperyalizm’ başlığı altında ulusalcı, revizyonist bir çizgiye monte eden akımlar; ABD-İsrail-AB karşıtlığına yaslanarak yeniden ‘Direniş Ekseni’ diye tarif ettikleri bu karşıtlık çerçevesinde burjuva bir devlet olan, Doğu Kürdistan’ı Safevi İmparatorluğu’ndan bugüne uzanan süreçte ilhak etmiş, Molla Rejimi kurmuş, kurulduğu andan itibaren anti-komünistliğini idam sehpalarında sallandırdığı Kürt ve Komünistlerle ortaya koymuş İran İslam Cumhuriyeti’nin saflarına hızlıca kendilerini attılar. Bu akımların bahsettikleri ‘Direniş Ekseni’ Ortadoğu’da Suriye, Irak, İran, Yemen, Lübnan’ın başını çektiği Rusya ve Çin’le ilişkide oldukları başka bir burjuva kamptır. Ortada bir direniş varsa tüm bu devletlerin çabası Kürdistan’ı da kapsayan ilhakçı statükoyu sonsuza dek sürdürme, kendi burjuva iktidarlarını koruyup mümkünse popüler olarak ifade edilen ‘Şii Hilali’ni Ortadoğu’ya hakim kılma direnişidir. Filistin meselesinde takındıkları tutum da Filistin’i gerçek anlamda ulusal özgürlüğe kavuşturmak için değil kendilerinin Ortadoğu’daki yayılmacı pozisyonlarını meşru bir ulusal mücadele üzerinden aklama çabasıdır.
Kapitalizmin üst aşaması olan emperyalizm ortaya çıktığı andan itibaren tüm dünyada lokal, bölgesel, vekalete dayalı ve daha ileri düzeyde dünya savaşı şeklinde savaşlar çıkarma potansiyelini her zaman bağrında taşımıştır. Ünlü deyişle ‘Savaş, politikanın başka araçlarla devamı’ olmayı sürdürmektedir. Günümüzde sürmekte olan bölgesel savaşlar, dünyanın yaşamış olduğu iki dünya savaşı bunu doğrulamaktadır. Bugün İsrail’in yayılmacı savaşları; ‘Direniş Ekseni’ diye tarif edilen burjuva kampında bileşeni olduğu emperyalist zincirin içerisinde yaşanan gerici savaşlardır. Kimin önce saldırdığı, kimin diğerine göre ‘ileri-geri’ olduğu tartışması proletaryaya politika götürmek, proletaryanın Komünist Manifesto’dan beri yazıldığı üzere ‘bağımsız politika ve örgütünü kurma, burjuvalardan diğer işçi partilerinden ayırma’ amacını taşıyanların meselesi olamaz. Burjuva siyaset bilimcisi, uluslararası ilişkiler uzmanı, analist gibi tespitler yapanların beslendiği kaynak asla Marksizm değildir. Böyle bir tartışma ancak proletaryanın bağımsız bir özne olarak tarih sahnesine çıkmasını ‘güçsüzlük’ gerekçelendirmesiyle dışlayan hiçbir zaman da bağımsız bir politika ve örgüt amacını taşımayan oportünist akımların işi olabilir.
Paris Komünü’nden Ekim Devrimi’ne uzanan savaştan devrim çıkarma pratikleri, II. Enternasyonal’deki tartışmalardan Zimmerwald Solu’nun ortaya çıkışına varan süreçler, Karl Liebnecht’in ‘düşman içeride’ bildirisinden Komünist Enternasyonal’in sömürgeler, ezilen ulusların savaşlarına ilişkin kongre kararları, Lenin’in Sosyalizm ve Savaş eserinde ortaya koyulan çerçeve eğilip bükülemeyecek kadar nettir. Savaşa karşı tutumun nereden alınacağını eğer Marksist olma iddiasında olanlar varsa bu referanslara dayanarak değil de neden başka yerlerde arasın?
Ezilen Ulusların ve Proleterlerin Tarafı nerededir?
Savaş öncesi ve savaş anında proletaryanın tarihsel rolü değişmez. Savaştan önce proletarya ne yapıyorsa savaş anında da üstelik tam da burjuvazi için yönetme krizinin oluşacağı kaos içerisinde sınıf savaşını sürdürmek zorundadır. Emperyalist-kapitalist dünyada ister ulusal ister uluslararası olsun proletaryanın önüne gelen gündemlerde proletaryanın bu gündemlerle ilgisi sade ve sadece kendi iktidarını kurma stratejisiyle ilişkili olabilir, başka türlüsü burjuva siyasetin parçası olmaktır. Proletaryanın sınıf düşmanı gerici bir savaş içerisinde krizle boğuşurken, bu krizden çıkmak için de proletaryayı ulusal ve dinsel manipülasyonları kullanarak yardıma, kendine yedeklenmeye çağırırken proletaryanın her yerde takınacağı tutum oldukça açıktır. Proletarya, kendini tekrar ezdireceği ‘barış’ koşullarına ulaşılması için değil mevcut gerici savaşı, devrimci bir savaşa dönüştürmek için bu savaşla ilgilenir. Bunun karşılığı ‘devrimci yenilgicilik’ yani kendi devletinin yenilgisi için çalışmaktır. İsrail’in İran’ı yenmesi veya İran’ın İsrail’i yenmesi için değil proletaryanın galibiyetini yani iktidarı almasını sağlayacak bir yenilgiciliktir. Bu iki devletin birbirini yenmesi\yenilmesi üzerine kurulan politika proletaryayı ait olmadığı tarafa itmek, kendi tarafını oluşturmaktan kaçmaktır. Proletarya iki gerici devletten birine taraf olduğunda savaşı kimin kazanacağından bağımsız olarak sınıfsal olarak yenilmiş sayılır.
Savaş karşısında proletarya enternasyonalizmine yaslanan perspektif bu açıdan belirleyicidir. Bir savaşta savaş öncesi sınıfsal olarak ezilen en az iki ulusun proletaryası aynı çıkarlara sahipmiş gibi bizzat kendi burjuvaları tarafından karşı karşıya getirilir. Ulusal ön yargılar sınıfsal gerçekliklerin üzerini örter, burjuva ideolojisi bunun için vardır. Proleterya enternasyonalizmi ise aynı ulustan olmanın getirdiği yanılgıyı, ulusal ön yargıları ortadan kaldırır aynı sınıftan olmanın uluslararası gerçeğini ortaya koyar. Bunu yapabildiği ölçüde uluslararası bir sınıf olarak hareket edebilir. Kendini belirli bir ‘ulus’ kategorisine hapseden, biçimde ulusal görünen mücadelenin özünde uluslararası olduğu gerçeğini kavramayan yaklaşımlar proletaryanın ideolojisiyle ve pozisyonuyla bağdaşmaz.
Bugünkü savaşta İran veya başka bir burjuva devletin, kampın yanında durarak proletarya enternasyonalizmi savunulamaz, Siyonizme karşı çıkılamaz, anti-emperyalist olunamaz. Emperyalizm bir zincir, burjuva devletler onun halkalarıdır. Bu zinciri bir halkadan başlayıp bozmak istemeyenler zincirin parçası olurlar. Bölgenin iki burjuva, işgalci, ilhakçı, gerici devleti olan İsrail ve İran’ın savaşında molla rejiminin altını çizerek yanında olduğunu ilan etmek devrimci tutum değil olsa olsa 2. Enternasyonal’in çizgisi olabilir. Günümüze egemen olan İkinci Enternasyonal çizgisi; Bolşeviklerin çerçevesini çizdiği ve somut pratiklerle de ortaya koyduğu proletarya enternasyonalizmini savunamaz ancak ulusal önyargıları güçlendiren gerici savaşların tarafı olurlar. İran’ın yanında yer almak; İranlı işçiler sınıf mücadelesine ara verin, Kürtler sizi her hafta idam eden devlete karşı ulusal mücadeleye ara verin; kendi egemeninizin saflarına geçin. Özetle denilen bu olur. Oysa proleter devrimci tutum; “Fars, Yahudi ve Kürt işçiler bu iki devletin de yenilgisi için çalışın”dır. Bu yönde İran’daki komünistler, Doğu Kürdistan’daki partiler kendi egemenlerine bayrak açan açıklamalar yaparken Türkiye’den ‘anti-emperyalizm’ dersleri vermeye kalkanlar mevcut pozisyonlarını sorgulamaktan yoksundurlar. Ülkesinin Doğu parçası İran tarafından ilhak edilen Kürt proletaryasına, Belucistanlılara, politik özgürlüğü olmayan Fars proletaryasına, anti-semitizmin hedefi olan Yahudi proletaryasına nasıl izah edeceksiniz bu pozisyonu? Ya da böyle bir dertleri var mı diye de sormak gerekir. Proletaryanın örgütsel ve politik bağımsızlığı için uğraşmayanların takım tutar gibi her savaşta bir egemenin arkasına sıralanması doğaldır.
Anti Emperyalizm Doğu Kürdistan’dan Başlar!
İsrail’in İran saldırılarına karşı İsrail Konsolosluğu önünde sol akımlar Filistin meselesini de içine alan sloganlarla eylem düzenledi. Aslında bu bir gelenek olarak sıkça yapılan bir şey kimi zaman da ABD’nin konsolosluğu önünde eylemler yapılıyor. Sorun şu ki; Kürdistan’ı ilhak eden devletlerin sınırları içerisinde mücadele yürütenlerin en temel görevi kendi devletlerinin Kürdistan’daki varlığını tartışmaya açmaktır. ‘Direniş Ekseni’ güzellemesiyle emperyalizmin bir kampına yaslanarak ‘anti-emperyalizm’ karikatürü yaratmak değildir. Kürdistan’ı dörde bölen, ilhak eden ve birleşip bağımsız bir devlet olmasını engelleyen gerici burjuva devletler emperyalizmin parçasıdır. Emperyalizme karşı mücadele etmek isteyen en başta bu devletlerin sınıfsal karakterini, Kürdistan’daki varlıklarını tartışmaya açmak zorundadır. Bunu tartışmaktan kaçınanların proletaryanın uluslararası mücadelesi anlamına gelen anti-emperyalizmin sözcülüğüne soyunması dar ulusalcılığın duvarına çarpmak zorundadır. Üstelik bu akımlar kendi devletlerinin Kürdistan’daki varlığını sorgulamaktan kaçınırken adeta bir trafik polisi gibi kimin anti-emperyalist olduğuna, hangi pozisyonun anti-emperyalist olacağına da karar verecek otorite gibi davranmaktadır. İlhaka dayanan kendi devletlerinin sınırlarının bekçiliğine on yıllardır soyunanlar; dün Irak ve Suriye’nin bugünkü savaşta da aynı şekilde Doğu Kürdistan’ı ilhak eden İran’ın sınırlarının bekçiliğine soyunmuştur. Bu bekçiliğe İran proletaryasını, Doğu Kürdistan halkını da ortak etmeye, birlikte bekçilik yapmaya davet etmektedirler. İran proletaryasının ve Doğu Kürdistan’daki ulusal mücadelenin kendini ezen devletin bekçiliğini yapmaya değil onu parçalayacak ayaklanmalara, bu ayaklanmaları organize edebilecek komünist partilere ihtiyacı vardır. Kürdistan meselesi bölgenin ilhakçı devletlerinin zayıf karnıdır, bu zayıf karın herhangi bir gerici savaşa tutuşulduğunda daha belirgin hâle gelmektedir, gerici devletlerin altını oyan proletarya için devrim vaktini yaklaştıran böylesi bir meseleye egemen ve ezilen ulusun komünistleri komünistlerin birliği ve partisi kurmak noktasında yaklaşarak tarihse rolünü oynayabilir.
Savaşların Dayattığı Bir Gerçek: Bize Bir Parti Gerek!
Proleterler kendi partileriyle tarih sahnesine çıkmadığı koşullarda savaş içerisinde bir taraf yaratamazlar. En doğru tutumu, pozisyonu sınıfın öncü güçleri açıklasa dahi bu ete kemiğe bürünmediğinde, bu uğurda çalışılmadığında yalnızca gelecek yeni savaşlar için de geçerli olacak bir dizi teorik doğruyu, ilkesel tutumları tekrar etmiş olurlar. Bizim doğruları, ilkeleri tekrar etmeye, oportünizmle salt ideolojik mücadeleye dönüşen polemikler dizisine değil bu doğrulara dayanan Bolşevik bir partiye ihtiyacımız var.
Dünya proletaryası hem ulusal sınırları içerisinde hem de evrensel düzeyde savaşlara hazırlıksız yakalanıyor, yayılmacı savaşları devrimci savaşa çevirecek, proleter iktidarın yolunu açabilecek komünist partilere sahip olamadan bu savaşta yolunu bulmaya çalışıyor. Temel problem budur. Komünistler politik bir özne olamadığı koşullarda ‘savaşı iç savaşa çevir’ parolasını hayata geçirebilecek aktif bir tarafı değildir yalnızca proletaryanın bağımsız bir tutum içinde olması gerektiğini deklare eden, politik açıklamalar yapan izlenimcilerdir. Bu nesnel bir gerçektir, bu koşullarda bizden bağımsız olarak gelişen savaşları istediğimiz gibi sonuçlandıramayacağız. Fakat nesnel durumun böyle olması yani gücümüz yok, parti yok o halde savaşa karşı devrimci tutumdan vazgeçelim, ehven-i şer yapıp bir tarafa yedeklenelim anlamına gelmiyor. Bunu bugünkü oportünist akımlar zaten hakkıyla yapıyorlar. Savaş başlamadan önce hangi tarafta olacaklarını, ‘İsrail ilerlerse şöyle olur, biz güç değiliz’ vs. diyerek en baştan ilan ediyorlar. Seçimlerde de bağımsız aday çıkarmayıp ‘’AKP gerilesin, nefes alalım’’ gibi gerekçelerle Kılıçdaroğlu’nun arkasına dizilen anlayışın uluslararası meseledeki yaklaşımı birbirini bütünlüyor içeride de dışarıda da yaslanacak bir burjuva buluyorlar kendilerine. Oportünizmden farklı olarak Marksizm’in önümüze koyduğu yol açıktır. Kendi gücümüzle, proletaryaya dayanarak güçlenmektir, başkasının gücüne yaslananlar hiçbir zaman bağımsız bir güç, bağımsız bir politika ve örgüt oluşturamazlar. Güçlenmek için de en kritik meselelerde güçten bağımsız olarak devrimci tutum ve eylem gerekir. Birçok politik akım bunun yerine iç siyasette egemenler arası kavgalara, dışarıda da yayılmacı blokların savaşlarına yedeklenmeyi ‘güçsüz’ olmaya dayandırıyor.
Tekil tekil ulusal sınırlar içerisinde komünist partilerle beraber onları otoritesi altında tutan dünya komünist partisinin olduğu koşullarda; Ukrayna, Suriye, Filistin, Kürdistan, Azerbaycan, Ermenistan, Belucistan, Katalonya, Bask, İrlanda, Afganistan ve daha birçok geçmiş güncel savaş ve çatışmalar nasıl tartışılırdı? Şuan bu yok diye devrimci tutumdan vazgeçmek mi gerekir? Devrimci tutum bir güç olana kadar savunulmayacak, güç olunca savunulabilir doktrinler midir? Zaten böyle bir organizasyona ulaşılabilmesi, bir güç olabilmek için bugünden başlayarak bu tutumda ısrar etmek, bu politik çizgiyi ulusal ve uluslararası düzeyde yükseltmek için çalışmak gerekmez mi? Dünya devrimini savunanlar; en başta kendi ülkelerinde komünist partiler kurar, savaşan devletlerin proletaryasına düşmanlarının içeride olduğuna işaret eder. Oportünizm, Merkezcilik, sosyal şovenizm, pasifist barışçılık öyle veya böyle, az veya çok, güçlü veya güçsüz kendini ifade edecek platformlara sahiptir. Buna karşın Bolşevik tutumu örecek öznenin eksikliğidir söz konusu olan.
Bugünkü İran-İsrail savaşını bu zeminde tartışmaya neden ihtiyaç duyuyoruz? O kadar içselleştirilmiş ki konuşulmaya bile gerek görülmeyen bir Doğu Kürdistan’ın varlığını ısrarla niye oportünizmin gözüne sokuyoruz? Çünkü bu tartışmaları yapmazsak kendimizi oportünizmden ayıramazsak, aynı olanların aynı yerde toplanması anlamına gelen komünistlerin birliğini de sağlayamayız, bu birlikle komünist partinin kuruluş kongresine doğru yol alamayız.