İkinci cildi yayımlanan Fuat Önen’in Ayrılıkçı Yazılar kitabı, birinci cildine benzer biçimde Kürdistan meselesine dair ufuk açıcı bir perspektifle, Kürt siyasetinin ve entelijansiyasının cevaplamakta zorlandığı soruları sormaya devam ediyor. Berrak bir tarih okuması ve analitik bir zihinle, Fuat Önen’in 50 yılı geride bırakan militan kimliğinin yoğunlaştığı bir eser olarak da görülebilecek olan kitap, okuyucusuna 21. yüzyılın ulusal kurtuluş mücadelelerinin nasıl olması gerektiğine dair bir sorunun peşine düştüğünü belirterek başlıyor. Fuat Önen’in çeşitli panel, konferans ve çalıştaylarda yaptığı konuşmalardan derlenen kitap, Önen’in çok yönlü ve yereli evrensele bağlayan hattı üzerinde Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin serüvenini ve insicamını masaya yatırıyor.
1970’li yıllar Kuzey Kürdistan başta olmak üzere Kürdistan’ın diğer parçalarındaki ulusal mücadeleler için de oldukça hareketli yıllar olarak kabul edilebilir. Kuzey Kürdistan’da öğrenci-gençlik hareketlerinin öncülüğünde gelişen emekçi kitlelere bilinç taşıma ve buna bağlı olarak ortaya çıkan politik sıçrama mücadele metotları özelinde önemli sonuçlar ortaya çıkarırken Güney’deki yenilgi ve sonrasında bu on yılın sonuna doğru Doğu’da ortaya çıkan fırsatlar, 1970’leri Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi bağlamında önemli bir periyot olarak konumlandırmamızı zorunlu kılmaktadır.
Kendisi de 1970’li yıllardaki öncü kuşağın bir üyesi olan Fuat Önen de buradan hareketle Ayrılıkçı Yazılar kitabının ikinci cildinde de öncelikle 1920’lerden 1970’lere uzanan bir tarih okumasına girişiyor. Kürdistan’ın dört ulus devlet arasında paylaşılmasının siyasal, tarihsel ve toplumsal açılardan Kürt ulusunun ve Kürdistan’ın varlığını ortadan kaldırmayı amaçladığını ortaya koyarken bir yandan da Kürdistan’ın varlığının inkarının coğrafi olarak da “Yakındoğu” bölgesinin reddiyle paralel seyrettiğini ve Yakındoğu’nun merkez ülkesi olarak Kürdistan’ın yokluğunun, etkileri bugünlere uzanan “kaotik Ortadoğu” mitini beslediği tespitini yapıyor.
Kürt siyasetinin sessiz dönemi olarak görülen 1938-1965 aralığının ardından Türkiye Kürdistanı Demokrat Partisi’nin ortaya çıkışı, DDKO’ların kuruluşu ve Dr. Şivan’ın silahlı bir mücadele hazırlıkları yaptığı 1970’lerin başlarını ise bir tür sessizlik sonrası “varlığını tarihi-bilimsel kaynaklara dayandırma ve rasyonelleştirme süreci” olarak okuyan Önen, 1974 ila 1980 arasını ise Kürt siyasetinin meydan okuduğu ve sahneye bağımsız bir aktör olarak çıktığı bir zaman dilimi olarak kabul ediyor.
Kürdistan’da 1970’lerden itibaren gelişen ulusal mücadelenin asıl muhtevasının anti-sömürgeci ve bağımsızlıkçı olduğunu belirten Önen, ulusal kurtuluş mücadelesinin de bu anlamda ideolojik ve politik olarak bir çeşit “tarifleri bozma ve kendi tariflerine sahip olma” eylemi olduğunu ileri sürüyor. Bu bağlamda da Kürdistan’daki ulusal kurtuluş mücadelesinin halihazırdaki argümanının “ayrılıkçılık” olması gerektiğini düşünen Önen, buna uygun bir “devrimciler örgütü”nün ve bu örgütün amaçlarına uygun mücadele metotlarının tartışılmasının zamanının geldiğini okuyucuya ve Kürdistan’da öncülüğe aday olanlara bir kez daha hatırlatıyor. Kürdistan’ın dört parçasındaki mevcut siyasi güçleri kendi yaratıcı kavramsallaştırmasıyla “alt-iktidar talepleri güçlü ancak merkezi iktidar talepleri zayıf” hareketler olarak tanımlayan Önen, tutarlı bir bağımsızlıkçı siyasi hat için böylesi bir devrimciler örgütünün elzem olduğunu ve bu örgütün öncüsü olmak isteyenlerin takınması gereken tavrı “İki yüz yıla yaklaşan bir ulusal özgürlük mücadelesine sahip bir ulusun fertleri, sıfırdan başlama duygusuna kapılmazlar.” sözleriyle özetliyor.
Ancak söz konusu “ayrılıkçılık” olunca, bu kavramın dünyada ulusal mücadelelerinin sürdüğü diğer coğrafyalarda tartışıldıkları bağlamları ve edindikleri anlamları da hatırlamak gerekir. Öncelikle ayrılıkçılık kavramı, doğası ve kullanıldığı bağlam gereği egzonim (exoynm) yani dışarıdan, nesnenin karşıtı tarafından adlandırıldığı bir durumu ifade eder. Ayrılıkçılık, içerisindeki ayrılma eylemiyle, bir bütün olarak kabul edilen “ulustan ve ülkeden” ayrılmayı ve bunun siyasi bir amaç olarak sistematize edilmesini kasteder. Fakat daha önce de söylenmiş olduğu gibi bu ayrılma/ayrılık tarifi, bunu isteyen, bunun için örgütlenen insanlar/gruplar yerine onların karşısında bulunan ve mücadele ettikleri devlet ya da otoriteler tarafından kullanılır. Bu noktadan hareketle kavramın tarihçesine bakacak olursak ayrılıkçılık, kelimenin burjuva haliyle “ulustan” (örn. Türk, Arap ya da Fars) veya o ulusun üzerinde yaşadığı devletten “ayrılmayı” ya da onu “bölmeyi” maksat edinenleri imler.
Burada “kelimenin burjuva haliyle ulus” vurgusu da önem kazanır. Çünkü ayrılıkçılık/bölücülük gibi egzonim yani dışarıdan adlandırmalar genellikle burjuva devrimlerini İngiltere ve Fransa gibi ülkelerden daha geç yapmış ve yine bir imparatorluk geçmişine sahip burjuva anlamda modern ulus devletlerdeki ulusal sorunlara denk gelecek şekilde kullanılmıştır. Bu imparatorluklarda burjuva devriminin geç gerçekleşmiş olması ele geçirilen topraklar için fetihçi mantığın yerini piyasacı “kâr-zarar” mantığının almasının önüne geçmiştir. Bu nedenle İngiltere ve Fransa gibi burjuva devletleri sömürgeleştirildikleri ülkeleri açıkça (yani ulus-ülke isimlerini ortadan kaldırmadan veyahut bu ülkelere dair özel ancak adresi belli sömürge hukukları yaratarak) sömürgeleştirirken Türkiye, İran veya devrim öncesi Rusya’da burjuvazinin tahayyül ettiği “ulus”un sınırlarını kabul etmeyen her ulusal topluluk ve onların talepleri “ayrılıkçılık/bölücülük” yapmakla itham edilmiştir. Her ne kadar Fuat Önen bu kavramı ezilen ulusun en meşru hakkı olan kendi devletini kurarak kendi kaderini tayin etmekle neredeyse eş anlamlı olarak kullansa da ayrılıkçılık kavramının tarihini ve kullanıldığı bağlamları unutmamak kavramın eleştirel yeniden ele alınması için elzemdir.
İkinci bir tarihi gerçek olarak ayrılıkçılık, 1970’lerden bu yana İskoçya, Katalonya, Bask, İtalya (Kuzey Ligi) gibi ulusal sorunun bulunduğu birtakım coğrafyada çeşitli akımlar tarafından “barışçıl” bir özgürleşme/otorite olma siyaseti olarak tasavvur edilmiş ve bu şekilde propaganda edilmiştir. Tarihsel seyir içinde bu kavram söz konusu coğrafyalardaki ulusal hareketler tarafından giderek büyük ulusun (örn. İspanya ulusu) ayrı parçalarını, yani bir tür ulusal farkı ifade etmek, tanınmak için bu ulusal hareketlerin reformist ajandaları tarafından dönüştürülmüş ve bu hareketlerin siyasi argümanlarından biri olmuştur.
Buna ek olarak “ayrılıkçılık”, ayrılma eyleminin ardından, ulusal tahakkümü başlatan ve sürdüren burjuva ulus devletinin varlığını olduğu gibi koruduğunu varsayar. Çünkü ancak varlığını ayrılma durumunda bile muhafaza edebilen böyle bir ulus devlet “ayrılığın” deyim yerindeyse “sıkıntı çıkmadan” gerçekleşmesini sağlayabilir. Oysa herhangi bir ulusal sorunun, ezilen ulus lehine bir devlet kurularak çözümlenmesi durumunda, ezen burjuva ulusal devleti bütünlüğünü koruyamaz, en azından politik olarak aynı rejimle devam edemez. Bu durumda da daha rasyonel olduğu varsayılan ayrılma yoluyla siyasi çözüm beklentisi giderek daha kaotik hatta daha çok ezilen ulus aleyhine olmak üzere, daha sert bir siyasi mücadeleyi de şart koşacak gelişmelere yol açabilir.
Son olarak “ayrılıkçılık”, Kürdistan örneğinde görmüş olduğumuz şekliyle birden fazla ulus devletin tahakkümü altında bulunan bir ezilen ulus ve ülke gerçeğinin, bu siyaset ve bu siyasete uygun örgüt/mücadele metotları yoluyla ezen ulustan ve devletinden ayrılıktan sonra nasıl birleştirilebileceği sorusunu tam olarak yanıtlıyormuş gibi görünmemektedir. Zira yine Kürdistan özelinde gördüğümüz gibi farklı ulusal devletlerin tahakkümü altında bulunmak, birlikte gelişme imkanından yoksun olmak ve merkezileşmiş bir ulusal kurtuluş hareketinin bulunmaması gibi sebeplerden dolayı Kürdistan’ın farklı parçalarında farklı bir ulusal hareket -ya da hareketler- baskın durumdadır ve “ayrılma” yoluyla siyasi çözüm sonrası bu ayrı parçaların aşamalı olarak birleşmeleri politikanın ilkeleri gereği mümkün görünmemektedir. Bu nedenle “ayrılıkçılık” bağımsız ve birleşik bir devletin nasıl gerçekleştirilebileceği sorusunu en azından erteliyormuş gibi görünmektedir.
Özetle, bütün bu eleştirilerinin dile getirilmesinin de önemli olduğu dikkate alınarak ikinci cildi yayımlanan Fuat Önen’in Ayrılıkçı Yazılar kitabının çok çarpıcı ve çok önemli soruları sormaya devam ettiğini, özellikle de emperyalistler arası saflaşma ve boğazlaşmanın uç verdiği bugünlerde, ezilen ulusların -ve özelde de Kürdistan’ın- mücadele literatürüne çok değerli bir katkı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Fuat Önen, kitabın başlığına da koyduğu haliyle, Kürdistan Devrimi’nin Temel Meseleleri’ni devrimci bir tarz ve üslupla ve devrimi hem mümkün hem de gerekli gördüğü bir perspektifle ele almaya devam ediyor.