1. TARİHTEN BUGÜNE KÜRTLER İLE EGEMENLERİ ARASINDA YAPILAN ANLAŞMALAR VE SÜREÇLER
Mezopotamya’nın otokton, antik bir topluluğu olan Kürt ulusunun Osmanlı ve Safevi İmparatorluklarının siyasi sınırları içerisinde başlayan ön uluslaşma süreçlerinden 20. Yüzyılda kurulan İran, Irak, Türkiye ve Suriye devletlerinin siyasi sınırları içinde devam ettiği ve bugün de varlığını koruduğu süreçlere uzanan bir bellek oluşturmanın faydalı olacağı kanaatindeyiz. Bu kadar uzun bir süreci tahlil etmek, dönüm noktalarını tespit etmek günümüzün denklemini, bu denklemde yer alan öznelerin esasında şartlar değişse de konumlamışlarının pek farklı olmadığını izah edebilmek için elzemdir. Dünü unutarak tarihi kendinle, kendi var olduğun anla başlatmak, dün-bugün-yarın diyalektiğini kuramamak aktüel siyasette yer edindirebilir fakat tarih yapımına stratejik olarak hiçbir katkısı olmayacaktır. Tekerrür ediyor gibi görünen tarih biraz da öznelerin kendini tekrar etmesiyle ilgilidir. Oysa tarih yapıcısı olmak, tarihi iyi okumayı ve geçmişte düşülen hatalardan dersler çıkararak üzerinden yürünebilecek başkaca yollar olduğunu anlamayı gerektirir. O halde Bağımsız Birleşik Kürdistan savunusu eğer stratejik bir hedef anlamını taşıyorsa tarih bilinci en çok bu savunuya sahip cephenin elinde tutması gereken önemli bir silahtır. Hem hasımlarımıza karşı bizi uyanık tutacak hem de kendi cephemizde yanlış çizgileri eleştirel sahiplenme yöntemiyle dostane polemikler içerisinde kendine çekebilecek önemli bir silah olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.
-
1514 yılında Kürt topraklarının dolayısıyla Kürtlerin önemli bir kısmı; İdris-İ Bitlisî’nin aracılığıyla, belirli bir anlaşma çerçevesinde, Yavuz Sultan Selim döneminde Osmanlı’ya bağlandı. Bu anlaşmaya göre Kürtler imparatorluğa bağlı kalmak kaydıyla 28 Mirlikten oluşan kendi iç işlerinde serbest yarı devletler halinde bir siyasi düzene sahip oldular. 330 yıl sürecek olan böyle bir siyasal düzenin ortaya çıkmasında kuşkusuz dönemin Osmanlı-Safevi çekişmesi, Kürtlerin bu iki devletin çekişmesinde tampon bölge olarak görülmesi ve yer yer sınır savaşlarını Kürdistan’dan yürütme amacı önemli bir faktördü.
-
1639’a gelindiğinde ise birbiriyle çatışmalı olan Osmanlı-Safevi güçleri Kasr-ı Şirin Anlaşması’yla Kürdistan’ı kesin bir şekilde kendi aralarında böldüler. Bu gelişme Kürdistan tarihinde ilk bölünme anlamına gelmekteydi. Fakat Kürtler bu bölünme anlaşmasına rağmen yine de yarı-devletlerini korumaya devam ettiler. Ta ki; Osmanlı imparatorluğu gerileme ve toprak kaybetmeye, imparatorluk sınırları içerisinde yaşayan Hristiyan halklar başkaldırmaya, devletin merkeziyetçi yönü öne çıkmaya başlayana kadar.
-
II. Mahmut Dönemi, Kürt Beyliklerinin alanının daraltıldığı mümkünse ortadan kaldırılmaya doğru geçildiği katı merkeziyetçi bir dönemdir. Bunun akabinde Kürt Beyleri koşulların değiştiğini anladığı ölçüde isyanlar çıkarmıştır. Bunların en bilinenleri; Baban Abdurrahman Paşa (1806), Revanduzlu Mehmet Paşa (1830), Bedirhan Bey (1842), Yezdanşer (1854), Şeyh Ubeydullah (1880), Şeyh Abdülselam Barzani (1907), Mela Selim (1913) ayaklanmalarıdır. Tabi bu süreçler aynı zamanda Beylik düzeninden Şeyhlik düzenine geçişi de içermektedir. Osmanlı, Beyliklerin etkisini yok ederken yerine özellikle II. Abdülhamid döneminde İslam’ı dolayısıyla Kürtler de önemli olan bir kurumu Şeyhliği merkeze almıştır. Böylece Kürtler İslam kardeşliği bunun kurumsal ifadesi olarak Hilafet çerçevesinde Osmanlı’yla yola devam etmiştir. Akabinde bu süreç Hamidiye Alayları gibi Kürtlerden oluşan İslam ve Osmanlı için savaşan bir ordunun varlığına evirilmiştir. Haliyle Beylik ayrıcalıkları yerini Paşalık, Şeyhlik ayrıcalıklarına bırakmıştır. Osmanlı bir siyasal düzeni ortadan kaldırırken yine kendi çıkarları doğrultusunda yeni bir siyasal düzen kurmuştur.
-
Osmanlı’nın dağılma sürecinde imparatorluk bakiyesi İngiltere ve Fransa’nın başını çektiği cephe tarafından paylaşım halindeydi. Kürtler bu süreçlerde gelgitli bir pozisyonda olup kimisi Osmanlıcı-Hilafetçi eğilimle konumlanırken kimisi de İtilaf Devletleri’nin destekleyeceği özerk, bağımsız farklı çeşitlerde devletlerin kurulabileceği kanaatindeydi.
-
Dağılmakta olan Osmanlı’yla Kürdistan Teali Cemiyeti arasında yapılan 10 Temmuz 1919 tarihli, 5 maddelik anlaşmaya göre Kürtler bir dizi ulusal haklarını elde edebileceklerdi. Devamında gelen Sevr Anlaşması bu yapılan protokolü daha geniş planda uluslararası bir düzeyde kabul ettirir. Fakat Kürtlerle yapılan anlaşmalara dağılmakta olan Osmanlı’nın İstanbul Hükümeti de yeni ortaya çıkan M. Kemal’in Ankara Hükümeti de uymayacaktır. Kürtler’in toprakları üzerinde Erzurum ve Sivas Kongreleri yapılır, Kürtler I.TBMM’ye Kürdistan Mebusu olarak katılır, Kürdistan Otonomi Yasası meclisten geçer fakat bunların hepsi Lozan (1923) Anlaşması’na kadar olan süreçte Kürtleri oyalamak ve akabinde gelecek olan tasfiyeye kadar durumu idare etme hamleleri ve taktiklerinden başka bir şey ifade etmeyecektir.
Yukarıda maddeler halinde izah ettiğimiz süreçlere bakıldığında Osmanlı-Safevi imparatorluklarından günümüz bölge devletlerinin kuruluş sürecine kadar Kürtlere bir dizi sözler verildiği, bir dizi anlaşmalar yapıldığı fakat tüm bu süreçlerin Kürtlerin aleyhine döndüğü, egemen devletlerin kendi çıkarlarına göre süreçler başlatıp süreçler bitirdiği anlaşılmaktadır. 330 yıl müsaade edilen Mirlik düzeninin ortaya çıkışı da 330 yıl sonra ortadan kaldırılması da egemen imparatorluğun çıkarlarıyla örtüştüğü içindi, keza M. Kemal’in Türk Devleti’ni kurma sürecinde girdiği manevralar ve akabinde tasfiyeye yönelmesi de yine Kürtlerin ulusal haklarını ortadan kaldırma süreçleriydi. Tarihi biraz daha yakına çektiğimizde Kürtlerin Güney Kürdistan’da Saddam Rejimi’yle yaptığı anlaşma ve sonrası yaşanan soykırım, Kuzey Kürdistan’da Özal, Demirel, Erdoğan hükümetleriyle yaşanan süreçler, yine Doğu Kürdistan’ın İran Rejimiyle barış görüşmesi esnasında Qasimlo’nun öldürülmesi var. Özetle ders almak ve meseleyi olgular boyutunda incelemek isteyenler için yığınla örnek olay bulunuyor. Sömürgeci rejimler Kürtlere sıkıştıklarında imdat çekici gibi sarılmışlar, onların militan özelliklerinin açığa çıkmasını, bir araya gelip merkezi bir devlet kurabilmelerini her daim engellemişlerdir. Bugün de konuşulanlar sunduğumuz bu tarihsel zeminden kopuk değildir.
-
Sömürgeci-ilhakçı-işgalci devletlerin Kürtlere sunmuş oldukları anlaşmalar gerçekleşse dahi geçicidir, sıkışmışlığın, aldatmanın veya kendilerine alan açmanın birçok nedenin ürünü olabilir. Yani hangi gerekçeyle gelirse gelsin bu tarz süreçlerin arkasında en nihayetinde sömürgecilerin de bir dizi planları, Kürtlere ağır ödetecekleri hesapları vardır. İlk fırsatta gücü eline alır almaz Kürtlerin tüm hakları elinden alınmaktadır. Olası elde edilen reformları ve bir dizi hakları korumanın yegane koşulu mücadeleyi burada kesmeyip o hakları elde ederken dahi ekseni kaybetmeden, yumuşamadan stratejik bir hedefle buluşturmaktır. Yetinmeci politikanın karşısına normalde olması gereken ulusal hakları kırmızı çizgi olarak belirleyip mücadeleye devam etmek en doğru siyasi hattır.
-
Sömürgeciler bu tarz süreçleri başlattığında nasıl ki güncel siyasal çıkarlarına uygun alan açmak için meseleye yaklaşıyorsa Kürdistan tarafı da kendi stratejisine ulaşmak için bir dizi taktik hamlelere girerek bu süreçleri kendi lehine çevirmeyi öğrenmelidir. Bu tarz süreçleri kendi cephesini konsolide etmek, sömürgecilerden gücü ve inadıyla koparabileceği bir şeyler varsa sonuna kadar alabilmek, aynı zamanda sömürgecilerin bu meseleyi nasıl çözemediğini ve çözemeyeceğini hem kendi cephesine hem de uluslararası planda dostlarına göstermek için mutlaka kullanmalıdır. Tek taraflı niyet ve beklentilerin süslediği tozpembe hayallerle değil politik uyanıklıkla bu tarz süreçlere yaklaşıldığında Kürdistan cephesi daha fazla güçlenmiş olarak çıkacaktır.
-
Sömürgecilerin anlaşma, reform, barış, çözüm vs. yürüttükleri süreçlerde Kürt cephesinin militanlığının da törpülendiği belirli bir rehavetin yaratıldığı, konformist eğilimin güçlendiği ardından çok sert gelen tasfiye dalgasıyla politik donukluğun-çıkışsızlığın oluştuğu görülmektedir. Düşman cepheyle bir dizi konular da mutabık kalırken o günün şartlarıyla ve konuşulan konularla sınırlı kalındığı ve düşmanın bir dizi meselede anlaşılsa dahi stratejik olarak hâlen düşman olduğu gözden kaçırılmamalıdır.
-
Yanlış olan bir dizi acil talepleri karşılamak, reform ve hak elde etmek, bunun için çaba sarf etmek değildir yanlış olan bunları zorlamadan alabileceğini ve aldığında ise iktidara doğru yürümeden sonsuza dek koruyabileceğini düşünmektir. Meseleyi idari, kültürel reformlara indirgemenin garantisinin olmadığının en büyük ispatı 330 yıl süren beylik düzeninin en sonunda Kürtlerin elinden bir çırpıda alınması olayıdır. Haliyle Kürdistan cephesi politika yapmaktan kaçmamalıdır fakat politikayı da kendisine belirlediği bir stratejiye bağlı şekilde yapmalıdır. Girilen süreçler sizi stratejinizden uzaklaştırıyorsa, ilkelerinizden ödün veriyorsanız, ayağınızı bastığınız zemin altınızdan çekiliyorsa politika ve taktikleriniz o zaman sorgulanmayı hak eder fakat sağlam bir stratejiye bağlıysanız politika geliştirmekten korkmanın, geri adım atmanın anlamı yoktur.
-
Sömürgecilerle girilecek anlaşmaları, görüşmeleri yaklaşım bağlamında temelden ikiye ayırmak gerekir: Birincisi Kürdistanlıların nihai sorunu olan iktidar, toprak, ulusal hakları çözeceğine inanılan türden, ikincisi politik taktik itibariyle Kürdistan cephesine manevra alanı yaratabilecek, buralardan mümkün olduğu kadar faydalanabileceği, mücadelesine son vermek şöyle dursun mücadelesine daha fazla hız vereceği türden. Şimdi ağırlıkta olan tür; konuşarak her şeyin halledilebileceğine inanılan çerçevedir. Bize göre ezenle-ezilenin, sömürenle sömürülenin nihai bir barışı olamaz. Bu tarz süreçlere herhangi bir politik mana yüklenecek olsa en fazla bir dizi hak ve reform elde etmeyle sınırlı devrimin yan ürünü olan ve devrime bağlı kalınarak savunulabilecek bir şey çıkarılabilir. Haliyle Kürdistanlılar bu tarz tartışmaları yaparken esastan hangi zemine bastığını belirlerse o zaman durum berraklaşır. Bu süreçlerden kendimizi tasfiye etmemizi bekleyen devletin bize sunacağına inandığımız nihai bir çözüm mü bekliyoruz yoksa zaten temelden zıt çıkarlara sahip olduğunu bildiğimiz bu ilişkide bu tarz süreçleri kendimize manevra alanı olarak mı görüyoruz?
2. BUGÜNKÜ TARTIŞMALAR VE YAKLAŞIMIMIZA DAİR
Öncelikle şunu söylemek gerekir duygusal ifadelerle ‘analar ağlamasın, insanlar ölmesin’ temalı söylemlere dayanan hümanist bir o kadar da pasifist ‘barış’ tartışması apolitik olup bizim kavramsal olarak yüklediğimiz politik anlamdan uzaktır. Politik zemini duygular, vicdanlara çağrılar belirlemiyor yegane olarak belirleyen şey güç dengesi, öznelerin birbiri karşısında konumlanışı kısaca oldukça soğuk ve net olan hakikatlerdir. Herhangi bir süreç, görüşme, anlaşma vs. içerikli olgulara duygusal temalı gerekçelendirmeler yapmaktan ziyade somut durumun somut tahliline dayanarak yaklaşmak gerekir. Bugün de önümüze sunulan ‘barış’ temalı görüşme girişimine ‘en kötü barış savaştan iyidir’ diyen bir yerden değil bu görüşmeler neyi hedefliyor, ne yapılmalıdır, nasıl bir konum alınsa doğru olur sorularını sordurarak bakmak gerekir.
1 Ekim TBMM’nin açılışında DEM partiyle tokalaşan Devlet Bahçeli, ardından 22 Ekim tarihli MHP grup toplantısında yeni bir çözüm süreci başlatma niyetinde olduğuna işaret eden bir çağrı çıkardı. Böylesi bir çağrı olacaksa bile en ihtimal dahilinde olan AKP’ydi. Fakat uzun süredir ‘terör’ hamasetiyle DEM’i hedef tahtasına koyan Bahçeli’den ilginç bir şekilde çağrı geldi. Çağrıya göre muhatap DEM Parti ve Öcalan olacak, PKK Öcalan’ın çağrısıyla silah bırakacak, tecrit kalkacak ve en nihayetinde ‘Umut Hakkı’ olarak ifade edilen hak ile Öcalan’ın serbest bırakılması sağlanacaktı. Bunların hepsi de ‘iç barış, birlik, beraberlik’ için gerekli görülmüştü.
Böyle bir çağrının ortaya çıkmasının öncesinde başta AKP-MHP arasında olmak üzere devletin tüm klikleriyle beraber istişare edilmiş olması ve eşzamanlı olarak Öcalan’la bir dizi görüşme trafiğinin yaşanması kuvvetle muhtemeldir. Bahçeli’nin Öcalan çağrısı bir anda hiç gündemde yokken kafasının esip ortaya attığı bir çağrıdan ziyade bu görüşmelerin sonucu olarak çıkmış görünüyor. Tarihsel deneyimlerden de bilindiği üzere sömürgeci rejimler; ezdiği ulusların politik temsilcileriyle gizli diplomasi yürütmeyi tercih ederler, bu bir yöntemdir, bağlayıcılığı olmaz ve sonuçları da genelde ezilenlerin aleyhine olur. Çağrının gündeme gelmesinin hemen ardından bu çağrının neden yapıldığı, altında yatan nedenlerin ne olduğu konusunda da tartışmalar peşi sıra geldi. Yürütülen tartışmalara baktığımızda ‘yeni anayasa, Erdoğan’ın bir dönem daha cumhurbaşkanı olması, bölgeye yayılan savaş’ gibi başlıklar öne çıkmaktadır. Bu başlıklar doğru olabilir fakat tüm bunları kapsayan daha üst bir başlık açılacak olursa her dönem geçerli bir başlığı tercih etmemiz gerekir: Türk Devletinin çıkarları. Bir önceki çözüm süreci dikkat edilirse Türk Devleti’nin Ortadoğu’ya yayılmayı hedefleyen Neo-Osmanlıcı hayalleriyle eşzamanlı yürütülmüştü. Tarihsel kaynaklarda da görüldüğü üzere dışarıyı fethe kalkan bir devletin içeriyi kendi açısından güvenli hâle getirmesi gerekir. Ki yaratılan koşullarda tam olarak bu şekildeydi, çözüm sürecinin devam ettiği koşullarda içeride devlet herhangi bir askeri tehditle yüzleşmiyor aksine sınırlarda PKK’lilerin çekilmesi yaşanıyordu. Buna paralel Esad’ı yıkmak ve yerine kendine yakın ekibi Suriye’nin başına getirme veya en azından Suriye’nin belirli bir kısmını ilhak etme amacında olan Türk Devleti, PYD’yle de bu minvalde görüşmeler yaptı, PYD’yi ÖSO (şimdiki adıyla Suriye Milli Ordusu-SMO) parçası olmaya zorladı. Fakat istediğini elde edemedi, Rojava kendi sistemini kurdu, Esad Rusya’nın desteğiyle yıkılmadı, içeride ise HDP barajı geçti vs. tüm bunlar devlette kırmızı alarmları çalınca oyalamaca süreci yeniden savaş süreci pozisyonunu aldı.
Bugün de Türk Devleti’nin gündeme getirdiği bu tarz ‘barış, kardeşlik, çözüm, birlik, beraberlik’ temalı çıkışlar esasında Kürt ulusal hareketini oyalamaya, güçten düşürmeye, militan yönünü törpülemeye ve en nihayetinde fırsat olursa topyekûn tasfiye etmeye bunu da başaramazsa kendi istediği şartları dayatarak bu meseleyi kapatmaya yöneliktir. Kısacası eğer bugüne kadar size etmediğini bırakmayan bir devlet ‘barışalım’ diyorsa ve bunu da kendi istediği şartlarda egemenliği elden bırakmadan yapıyorsa bundan ne sonuç çıkabilir? Özal’dan, Demirel’den, Erdoğan’a uzanan yakın tarih bu şekilde aldatma-oyalama ve Türk Devleti’nin çıkarlarına uygun koşullar yaratmaya yönelik sadece makas değişimidir. Türk Devleti sanki gerçekten bir süreç yürütmüş veya yürütecekmiş gibi davranan, Bahçeli gibi bir faşistin yaptığı çağrıyı fırsat görüp şoven damarı kendine örgütlemek için kullanan İYİP, Zafer Partisi, BBP gibi partiler ise Bahçeli’nin karşısında bir pozisyon izliyor. Bahçeli’ye karşı ‘biz daha milliyetçiyiz’ açıklamalarında bulunan bu partiler de kendi devletlerinin bu konuda sopa-havuç politikası izlediğini gayet iyi biliyor. Fakat böylesi güncel süreçler bu tarz partilerin radikal pozisyonlara geçerek faydalandığı süreçledir. Türk sömürgeci siyasetinde kimisi süreci başlatan olarak kendi cephesini konsolide ederken kimisi de bu süreçleri ‘vatan-millet kurtarıcısı’ rollerine bürünerek, en keskin çıkışlar göstererek kendine yontuyor. Bir taraf ‘barış güvercini’ pozisyonuyla diğer taraf ‘şahin’ pozisyonuyla iç siyasette bu konuyu istismar ederek kendini var etmiş oluyor.
Türk Devleti sonsuza dek bu meseleyi elinde tutamaz ama sömürgeciliğin ekonomi-politiğine bakıldığında arzu edilen şeyin ‘ez ver, az ver’ olduğu bellidir. Ellerinden gelse Tansu Çiller’in zamanında dile getirdiği topyekun imha anlamına gelen, Sri Lanka devletinin Tamil halkına uyguladığı Sri Lanka Modelini hayata geçirecekler fakat 90’lı yıllarda denendi tutmadı, ulusal hareketi ortadan kaldıramadılar. Daha eskiye gidilirse Koçgiri, Dersim, Ağrı, Zilan’da da denenmişti fakat 20. Yüzyılın ikinci yarısında Kürtler yeniden ayağa kalkmıştı. Haliyle Türk Devleti ezerek vermenin, fakat vereceği tavizi olabildiğince minimize ederek az vermenin derdindedir.
Bahçeli’nin DEM’in elini sıkması ve akabinde yaptığı çağrı üzerine alıcısının bol olduğu barış rüzgarları yeniden esmeye başladı. Hatta TUSAŞ saldırısını sanki ortada bir süreç varmış, devlet daha önce masayı devirip, süreci buzdolabına kaldırmamış gibi ‘barış’ çevreleri bunu bir provokasyon, barış ortamını bozmak olarak değerlendirmekten de kendini alamadılar. TUSAŞ’a cevap olarak devlet de hali hazırda yaklaşık 6 yıldır sürdürdüğü Rojava ilhak ve bombardımanına devam etti. Çok geçmeden de Van’la başlatılmak istenen fakat Van halkı tarafından önü kesilen fakat bu seferde Hakkari’yle başlayan 3. Kayyım Dönemi Esenyurt, Mardin, Halfeti ve Batman olmak üzere kayyımların atanmasıyla derinleştirildi. Ki bununla sınırlı kalacaklarını düşünmemek gerekiyor. Barış hayallerine kapılan çevreler; Rojava bombardımanı, bir çırpıda atanan kayyımlarla karşılaşınca Türk Devleti’nde oyun bitmez gerçeğiyle yeniden yüzleşmek zorunda kaldılar. Öyle ki yapılan açıklamalarda da ‘bu şekilde barış olmaz’ temalı ifadeleri okumaktayız.
3. BURDAN BİR ÇIKIŞ YOK MU?
Herkesin kendi durduğu yerden bir sorun tarifi ve buna uygun düşecek bir çözüm tarifi var. Sömürgeci devletlerin çözümü Kürdistan’da kendi iktidarlarının hüküm süreceği, Kürtlerin ulusal boyunduruk altında kalmaya devam edeceği, Kürt ulusal hareketinin çözülüp çökertileceği bir çözümdür. Bu onların çözümden anladığı ve kendi çıkarlarına olanıdır. Devlet açısından bu mesele bastırılması gereken bir konu olduğu için ‘terör sorunu’ bağlamında ele alınmakta ve çözüm olarak ise ister barışçıl ister askeri fark etmeksizin Kürt ulusal hareketinin başta askeri gücü olmak üzere topyekûn politik tasfiyesi hedeflenmektedir. Devlet, çözüm denildiğinde bunu anlamakta her süreç tartışmasının başında koşulsuz silah bırakmayı dayatmaktadır. Ki Kürdistan’ın düşmanlarının çözümden bunu anlamasına şaşırmaya gerek yoktur, sömürgeciler doğalarına uygun bir şekilde meseleyi tartışıyorlar. Bu meselenin tarafı olan bizim cepheye baktığımızda ise yerel yönetimler bazlı idari reformlardan kültürel haklara, anayasa değişikliğiyle tanınmaktan devleti federatif hâle getirmeye kadar bir dizi yaklaşımlar mevcuttur. Bu yelpaze içinde elbette bu mesele ülke, ulus ve iktidar meselesidir diyen ve Bağımsız Birleşik Kürdistan’ı savunanların da sorunu tarif edişi buna paralel olarak çözüm anlayışı vardır. Üstelik diğer akımlarla kendini kökten ayıracak belirginlikte olup temelden farklıdır. Birbirini her açıdan etkilemeye devam eden dört parçaya bölünmüş, uluslararası hale gelmiş bir meselenin; her parçanın kendi egemeniyle yürüteceği ‘barış görüşmeleri’ aracılığıyla veyahut burjuva milliyetçilerin zannettiği gibi ABD-Avrupa’da lobicilik faaliyetleri yaparak çözülebileceğini düşünmüyor ve gerçekçi bulmuyoruz. Tıpkı Kuzey’deki mesele Erdoğan-Bahçeli iktidarıyla görüşerek varsayalım bir dizi konuda anlaşarak topyekûn çözülemeyeceği gibi Rojava’daki mesele de Esad’la görüşülerek çözülemeyecek, Rojhilat’taki mesele de İran İdam Rejimi’yle veya ondan sonra gelmesi muhtemel herhangi bir liberal hükümetle görüşülerek çözülemeyecektir. Bu saydığımız parçalar farklı siyasi tempoya ve gündemlere sahip olsa da esasında aynı ülkenin gündemini kendi parçalarında kendi özgün koşullarında yaşayarak deneyimliyorlar. Haliyle bizlerin savunacağı ve duracağı nokta öncelikle dört parçaya hitap eden ve aynı anda hareket ettirebilen bir siyasal yapının oluşturulmasını, buna paralel başta egemen ulustan olmak üzere tüm dünyadan ulusların kendi kaderini tayin hakkını desteleyen demokrat-devrimci hareketlerin bu yapıyla enternasyonal ilişkiler içerisinde olmasını öne çıkarmak olacaktır. Kürdistan’ın iç siyasal birliğini sağladığı, egemen ulustan ve dünyanın geri kalanından enternasyonal desteklerin sunulduğu bir koşulda bağımsız birleşik Kürdistan önerisinin maddi zemininin ne kadar mümkün olduğu da bariz bir şekilde görülecektir.
-
Hem sömürgeci rejimin hem de Kürt ulusunun kazandığı, sorunun kökten çözüldüğü nihai bir barış olmaz, olamaz. Ya sömürgeciler Kürdistan’da hüküm sürecek ya da Kürt ulusu kendi iktidarını yaratacaktır. Ya sömürgeciler iktidarından vazgeçecek ya da Kürtler iktidar kurmaktan vazgeçecekler bunun ortası yoktur. Her iki tarafında vazgeçmediği, vazgeçmesinin mümkün olmadığı koşullarda sonucun ne olacağını tarih gösterecektir.
-
Sorunun kaynağı olan sömürgecilerle nihai bir barış veya anlaşma yapılamaz, yapıldığında henüz girişim aşamasında kaybedilir. Bunun örneği Kürdistan tarihinde oldukça fazladır.
-
Kürdistanlıların sömürgeci devletleri ikna etmeye, onlarla birlikte yaşamaya mecburiyetleri yoktur. Kürdistanlıları sömürgeci sınırlara hapseden ve o sınırların değişmesine karşı çıkan her türden söylem Kürdistan’ın bölünmüş halinin sürdürülmesine hizmet eder. Bizim bölücülükle ilgili tek tartışmamız Türk Devleti’nin bizi suçlaması olarak ‘bölücülük’ değil Kürdistan’ın bölünmüşlüğü ve bu bölünmüşlüğünün ama fakat diyerek savunulması olabilir ancak.
-
Kürdistanlılar kendi çözümlerini kendileri geliştirmelidir, sömürgeciler bizim tarif ettiğimiz yerde bir çözümün (yani birleşik bağımsız Kürdistan ve iktidarımızın olması) konusunda muhatabımız olamazlar. Sömürgeci devletlerin sahte barış hikayelerine, bölge üzerinde çıkarı olan emperyalist devletlerin yarattığı ‘dostluk’ iklimlerine kanılmamalıdır. Kürdistan mücadelesi elde edeceği gerçek kurtuluşu yalnızca kendi iç birliğinde ve bu birliği destekleyen uluslararası dayanışmada aramalıdır.
-
Kürdistan sorununun çözümü ve barış; sömürgeci devletlerin bir daha geri gelmeyecekleri bir şekilde Kürdistan’dan çıkarılması, Kürdistan’ın birleştirilmesi ve bağımsız bir devlet haline getirilmesiyle sağlanabilir. Bundan başka bir yol yoktur, olduğunu iddia edenler bu sorunu yalnızca geçiştirmiş olurlar.
-
Önceliği Kürdistanlı örgütlerin dağıtılmasına veren, Kürtlerin devlet kurma hakkını içermeyen, sömürgeci egemenliği sorgulatmayan, sınırların değiştirilmesine karşı çıkan tüm anlaşma ve görüşmeler bilerek veya bilmeyerek tasfiyeciliğin amaçlarına hizmet eder.
-
Kürdistan halkı sanıldığının aksine sömürgeci devletlerinin insafına muhtaç değildir, güçlüdür, dört parçada kendi topraklarındadır, ev sahibidir, işgalci değildir, davasında haklıdır, sadece bu hakiki ve oldukça sade verilere dayanarak bile bağımsız birleşik Kürdistan mücadelesinin hem gerçekçi olduğu hem de gerçek çözüm olduğu savunulabilir.