Ulus, Ulusal Sorun ve Kürd Ulusu – I

R. Pola Hevrê Helmet

| Bu yazı serisi ulus, ulusal sorun kavramlarını ezilen uluslar ve münhasıran Kürd ulusu bağlamında ele almayı hedefliyor. Serinin ilk yazısı ulus kavramına ve modern tarihine dair bir girişten sonra Kürd ulusuna yönelik hatalı bir yaklaşımın eleştirisiyle bitiyor. Serinin bir sonraki yazısında devletsiz uluslar ve ulusal sorun ele alınacak. |

Kelimeler; ortaya çıktıkları koşullardan, onları oluşturan ve kullananlardan, siyasi yolculuklardan bağımsız ele alınamaz. Ezen ve ezilenler arasında süregelen iktidar kavgasının son durağında ortaya çıkan “ulus,” “ulus devlet,” ve “ulusal sorun” da bu gerçeklikten muaf değil. Bunlar aynı zamanda Kürdistan davası için yola çıkanların hiçbirinin yabancı olmadığı kavramlar. Kürdistan’da mücadele etmek üzere yola çıkan devrimci güçler; ilkin ulus kavramını, ulus devlet mücadelesini, ulusal kurtuluşunu tartıştı, yeniden tanımladı. Bu tartışmaların hiçbiri sonuçsuz kalan lafazanlıklar olarak da kalmadı. Kürdistan’da siyaset sahnesine atılan her bir hareketin manifestosunda Kürd ulusuna, Kürd ulusal mücadelesine dair bir dizi görüş ortaya kondu. Tüm hareketler; ulusu, ulusal sorunu nasıl tanımladılarsa ulusal kurtuluş pratiklerini de bu görüşleri ışığında değiştirdiler, yenilediler. Bu yüzden, Kürdistan’da mücadele etmek isteyenler önce bu kavramlara dair kafa karışıklıklarını temizlemeli, ne olduklarını tespit etmeli.

Sınıf Mücadelesi ve Ulus

Eğer bugüne kadarki tüm tarih sınıf savaşlarının tarihi ise, “ulus”un da tarihi sınıfların savaşından bağımsız ele alınamaz.

Ulusun hakim sınıfın siyasi enstrümanlarından biri olduğu saptaması bundan 176 yıl önce yapılmıştı. Ezen-ezilen mücadelesinde ezilenlerin ilk defa kendi kurtuluşlarının programını yazdığı Komünist Parti Manifestosu; “milli mesele”ye sınıf savaşının penceresinden bakıyordu.

Daha birinci bölümü “Burjuvalar ve Proleterler”de, burjuvazinin kendi suretinde bir dünyayı nasıl yarattığını, gelişimine zemin hazırlayan bir dizi altüst oluşu ve siyasal egemenliği ele geçirmesini anlatırken modern ulus devlet iktidarının burjuvazinin ortak işlerini yürüten bir komiteden başka bir şey olmadığını söylüyordu. Manifesto’ya göre “ulus devlet” bir dizi sosyal/kültürel gelişmelerin sonucunda ortaya çıkmamıştı. Burjuvazinin merkezileşme eğiliminin siyasi sonucuydu:

“Burjuvazi üretim araçlarının, mülkiyetin ve nüfusun dağınıklığına her geçen gün biraz daha son veriyor. Burjuvazi nüfusu bir araya topladı, üretim araçlarını merkezileştirdi ve mülkiyeti birkaç elde yoğunlaştırdı. Bunun zorunlu sonucu siyasi merkezileşme oldu. Ayrı ayrı çıkarları, yasaları, hükümetleri ve vergileri bulunan bağımsız, neredeyse yalnızca müttefik durumundaki eyaletler tek bir ulus, tek bir hükumet, tek bir yasa, tek bir ulusal sınıf çıkarı, tek bir gümrük hattı altında birleştirildi.” (Komünist Manifesto, Yordam 46)

O zamana değin; kendi karmaşık, dağınık ve birbirinden kopuk yığınlar burjuvazinin hakimiyetinde bir araya geldiler. Burjuvazinin sunduğu özgürlük -serbest ticaret özgürlüğü- altında bir araya geldiler, burjuvazinin işlerinin yürüten o merkezi komitenin -devlet aygıtının- altında “eşit(!)” yurttaşlar olarak birleştiler. Sermaye büyüyüp yayıldıkça bu merkezileşme dünyadaki bütün siyasi egemenliklere dayatıldı:

“Burjuvazi bütün ulusları yok olup gitmemek için burjuvazinin üretim tarzını benimsemek zorunda bırakıyor; bütün ulusları kendisinin uygarlık dediği şeyi kabullenmek, yani burjuva olmak zorunda bırakıyor. Açıkçası burjuvazi kendi suretinde bir dünya yaratıyor.” (Komünist Manifesto, Yordam 46)

Aristokrasiye karşı savaşında burjuva devrimlerinin yoksul köylü ve ezilenlerin eşitlik ve özgürlük düşlerini kendi sınıf çıkarlarının hizmetine sunması bu şekilde oldu. En görkemli burjuva devrimlerinden Büyük Fransız Devrimi de arkasında “Özgürlük! Eşitlik! Kardeşlik!” sloganını bırakmıştı. Artık tek bir hükümet, tek bir yasa, tek bir ulusal sınıf çıkarı vardı. Böylece Fransız burjuvazisinin ortak işlerini yürüten komite, “modern” Fransız Milleti’ni yarattı. Öncesinde merkezi bir otoritenin belirlediği sınır ve koşullarda değil kendi yerel farklılıklarıyla daha zengin bir kültürel çeşitlilik sunan Fransızlar vardı. Modern ulus devletiyle birlikte sınırları, yurttaşlık tanımı, belirleyici özellikleri bir anayasa ile belirlenen bir Fransız Milleti tanımlandı.

Burjuva devrimleriyle birlikte, sanılanın aksine, ulus kavramı kültürel ögeleri, yerel dinamikleri ve yerel ananeleri korumadı, aksine tekleştirdi. Tek ve standart bir dil, standart tanımlar ve ulusun standart özellikleri gibi kavramlar, burjuvazinin merkeziyetçi karakterine uygun olarak şekillendi. Bu süreçte, yerel kültürel ögeler ve farklılıklar, ulusal kimlik altında eritildi.

Modern ulus, bu şekilde devletin bir ürünü olarak doğdu: Ulusu oluşturan ekonomik bütünlük, toprak ve gelenek gibi unsurlar, devletin mekan ve zaman üzerinde yaptığı doğrudan maddi düzenlemelerle değiştirildi ve yeniden tanımlandı. Burjuva tarih anlatımında mutlakiyetçi devletlerin yıkılıp yerlerini modern/merkeziyetçi ulus devletlerin alması süreci bu şekilde gerçekleşti. Ortak dili konuşanlar bir araya gelip ulus devletleri yaratmadı, ulus devletler ortak dil konuşan milletleri yarattı ve onları belirledi.

Örneğin Fransız Devrimi’nin ürünü 1791 Anayasası egemenliği hiçbir zümrenin veya kesimin değil kayıtsız şartsız ulusun olarak tanımladı. Ulus da egemenliğini seçimler yoluyla Ulusal Meclisi’ne devrediyordu:

“Ne asalet, ne soyluluk, ne ırsi ayrımlar, ne tarikat ayrımları, ne feodal rejim, ne patrimonyal mahkemeler, ne bunlardan türeyen unvanlar, payeler ya da ayrıcalıklar, ne şövalyelik nişanları, ne soyluluk kanıtı gerektiren ya da soya dayalı ayrımları ima eden herhangi bir kurum ya da nişan, ne de kamu görevlilerinin görevlerini yerine getirirken sahip oldukları nitelikler dışında herhangi bir üstünlük artık yoktur. (…) Tüm Fransızlar için ortak olan yasaya ilişkin ne ayrıcalık ne de istisna artık ulusun herhangi bir bölümü ya da herhangi bir birey için mevcut değildir.” (1791 Fransız Anayasası, Önsöz)

Ulusal Meclis ise aktif yurttaşların katılımıyla oluşuyordu. Anayasaya göre bu sürece ücretli çalışmayan -yani ekonomik olarak bağımsız-, düzenli vergi veren, belirli bir yerde belirli bir süre ikamet etmiş 25 yaşın üstündeki erkekler katılıyordu. Fransız Yurttaşlık Yemini de bir ulusun parçası olmayı şu şekilde ifade ediyordu:

“Ulusa, yasaya ve Krala sadık kalacağıma ve 1789, 1790 ve 1791 yıllarında Ulusal Kurucu Meclis tarafından kararlaştırılan krallık Anayasasını tüm gücümle koruyacağıma yemin ederim.” (1791 Fransız Anayasası, Başlık III, Madde 5)

Böylelikle, o gün değin bir dizi kültürel benzerliği olan, aynı dili konuşan, aynı inanca sahip Fransızlar; Fransız ulus-devletiyle siyasi kader birliğine girdi, kelimenin modern anlamıyla “ulus” oldu. Zira ulusun tanımlayıcı özelliği budur. Siyasi kader birliği.

Bunu döne döne vurgulamamızın sebebi yazılı tarihten bugüne bir arada yaşayan, benzer görenek ve ananelere sahip, kültürel bir bağdaşıklık içinde olan toplulukları bugünkü anlamıyla “ulus” olarak tanımlama eğilimi hakim. Bilhassa Kürdistan siyasetinde bu mevcut. Kültürel bir kavram olarak, derin tarihsel izleri olan ve varlığı “binlerce” yıl öncesine dahi götürülebilen ve ulus olabilmeyi “gelişmişlik” ve “medeniyet” kavramlarıyla açıklamaya çalışan bir ulus tanımının hatalı olması yalnızca “bilimsel” bir hata değildir. Dünyaya ezenlerin, egemenlerin penceresinden bakmak demektir. Politik olarak ezilen uluslara dönük hatalı bir bakış açısını da beraberinde getirir.

“Ulus”u hakim sınıfların gözünden, en kısa haliyle yeterince gelişmiş olmakla ve “muasır medeniyet” olmakla açıklayanların gözünden kimi “halklar” bu gelişim aşamalardan geçememiş, ulus olamamışlar ve bunun bir sonucu olarak ulusal kimliklerini geliştirememiş ve ulusal devletlerini kuramamışlardır.

Ulusu bu şekilde tanımlayan bir bakış açısı; devletsiz ezilen uluslara gelişememe eleştirisini beraberinde getirir. Devletsiz olmalarını içsel bir dizi başarısızlıkla eşleştirir. Ezilen ulusların devletsizliğini geri kalmışlıklarına ve modern topluma ayak uydurup onun araçları kullanarak ortak din/dil/kültür yaratamamalarına bağlar. Peki bu tanımın çerçevesinden Kürdlere baktığımızda ne görürüz?

Bu tanıma göre ulus ortak dil/din/kültür gerektirir. Dört farklı ezen ulus devletinin hakimiyeti altında yaşayan Kürdler açısından din ortaklığı da, dil ortaklığı da kültür ortaklığı da yoktur. Sırf farklı parçalarda değil, parçaların kendi içinde dahi bölgeden bölgeye inanılan din, konuşulan dil ve yaşayış biçimlerini şekillendiren gelenek ve ananelerde bir dizi farklılıklar görmek mümkündür. Bu biraz da olsa Kürdistan hakkında fikir sahibi olan birinin dahi açıklıkla görebileceği bir durumdur. O halde Kürdler ulus değil midir? Ulus olma kriterlerini mi sağlayamamaktadır? Kendi coğrafyalarındaki hakim ulusların yaptığını yapamamışlar mıdır? Türkler, Farslar ve Araplar kadar “modern” topluma ayak uydurup onun araçlarını uluslaşmaları için kullanmayı becerememişler midir? Tüm bunlar yüzünden ulus olamamış ve bu nedenle de devletleri olmayan bir topluluk olarak kalmaya mahkumlar mıdır?

Ezen ulusların gözünden, aşağılayıcı, sömürgeci bir zihnin ürünü olduklarını anlamak için cevaplarını bilmeye gerek olmayan sorulardır bunlar. Zira bu soruları ikrar eden cevaplar vermek on yıllardır özgürlükleri için ayağa kalkmış bir ulusu reddetmek demektir. Aksi taraftan, bu sorulara karşı çıkan cevaplar vermek ise ezen ulus zihniyeti karşısında özürcülük yapmak olacaktır. Zira bu sorular karşısında Kürdlerin bin yıllardır bu coğrafyada kadim bir halk olarak var olduğunu anlatmak, birtakım tarih metinlerinin tozlu sayfalarında Kürd ve Kürdistan kelimeleri arayıp çıkarmak ezenlerin otoritesini kabul etmek ve bu otoriteye “Kürdlerin de ulus olacak kadar gelişmiş olduğunu” ispat etme çabasının ilanıdır.

Kürdler ne böyle bir otoriteyi kabul etmek zorundadır ne de Kürdlerin böyle bir çabaya ihtiyacı vardır.

Kürdistan’ı anlamak, Kürdistan mücadelesini açıklamak için her şeyden önce hakim sınıfların, egemenlerin, ezenlerin cümlelerini; bakış açılarını terk etmek, bunlara karşı çıkmak gerekir. Ezilenler kendi kaderlerini tayin etmek için, galiplerin yazdığı tarihe de onların konuştuğu dile de, kendilerine layık görülen kadere karşı çıkmalıdır.

Paylaş
Yorum yazın*

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir