Ulus, Ulusal Sorun ve Kürd Ulusu – II

Hevrê Helmet
Westphalia Barışı'na yol açan antlaşmalardan biri olan “ Münster Antlaşması'nın Onaylanması” portresi

Modern Ulus-Devlet İnşası ve Ulusal Sorun

Modern ulus-devletin bir çıktısı olan ulusal sorun, burjuvazinin siyasi iktidarı ele geçirmesiyle başlayan ve bazı coğrafyalarda ulus inşa süreciyle iç içe devam eden bir olgudur. Burjuva perspektifinden ulus kurma veya uluslaşma, belirli bir kara parçası üzerindeki burjuvazinin, aynı dili kullanan ve ortak bir iletişim alanına sahip insanların oluşturduğu pazarın üzerinde bulunduğu toprakları siyasi olarak birleştirme çabası olarak düşünülebilir. Buradan hareketle ulusal sorun da, imparatorluklar döneminde aynı dili konuşan, belirli kültürel özellikleri paylaşan ve bir sultana veya krala bağlı toplulukların; imparatorlukta genel kabul gören dil ve kültür içinden doğan ve uluslaşma ile devletleşme sürecini diğer ulus-öncesi yapılardan erken gerçekleştiren burjuvazinin -ve onun zor aygıtı olarak devletinin- zorunlu ilhak, işgal veya asimilasyona maruz bırakmak suretiyle ulus-öncesi özellikler taşıyan, ortak dil ve kültür sahibi olan toplulukların kendi ulusal devletlerini kurmalarını engellemesi sonucu ortaya çıkan bir sorun olarak tarif edilebilir.

Burjuva anlamda ulus kurma süreçleri, imparatorluk sınırları içinde farklı dilleri ve kültürleri barındıran toplulukların, hâkim kültürün burjuvazisinin ulus inşası projesine entegre edilmeye çalışılmasıyla sonuçlanmıştır. Bu sebeple de söz konusu entegrasyon süreçleri ancak zorla asimilasyon, kültürel baskı ve ilhaka başvurularak gerçekleştirilebilmiştir.

Ancak burada ulusal sorunun farklı görünümlerde bulunabileceğini unutmamak gerekir. Bu farklı görünümlerden biri olan sömürge sorunu, ilhak sorunundan farklı olarak, burjuva devrimlerini daha önce gerçekleştirmiş devletlerin “kâr-zarar” esasına uygun olarak bazı ülkeleri ve ulusları kolonileştirmesini kasteder, daha farklı bir birikim rejimine yol açar. Sömürülen ülkeler ve uluslar yer yer ilhak edilen ve asimilasyona maruz bırakılan uluslara yakınsayacak şekilde çeşitli pratiklere maruz kalsalar da esasen ezen ulusun burjuvazisi için fazladan bir pazar alanı, aynı zamanda ucuz işgücü ve varsa doğal kaynaklar açısından da bir tasarruf alanı olarak görülürler. İlhak sorunu ise ilhak edilmiş coğrafyanın bütün ulus-ülke gerçekliğinin yok sayılması anlamına gelir. İlhak edilen ve genellikle zorunlu bir asimilasyona maruz bırakılan ülkedeki uluslaşma süreci, ezen ulus burjuvazisinin bu topluluğu hâkim kültürün, yani burjuvazinin tahayyül ettiği ulusun bir parçası yapma gayreti nedeniyle yok sayılır, sömürge gerçeğinden farklı olarak isimlendirmeden bile kaçınılır.

Sömürgecilikle ilgili bilhassa nominal hukuki durumlara 20. yüzyılda Fransa’nın sömürgesi olan Cezayir, Vietnam ve Kamboçya ile İngiltere hakimiyetinde bulunan Hindistan, Mısır ve Güney Afrika ülkeleri örnek gösterilebilir. Bu ülkelerdeki durum her ne kadar hâkim devletin gündelik pratikleri, siyasi baskı, ekonomik sömürü mekanizmaları göz önüne alındığında ilhak edilmiş ülkelerle benzeşiyorduysa da bu ülkelerin coğrafi gerçeklikleri -büyük oranda tarihsel sınırlarına uygun olacak şekilde- ile isimleri, bu devletlerin birer idari birimi olacak şekilde kabul görüyordu. Oysa örneğin Kürdistan’ın kuzeyinde bu durum, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanı ve 1924 Anayasası’nın kabulünden 1941’deki Birinci Coğrafya Kongresi’ne değin aşamalı olarak ortadan kaldırılmıştır. Sonuç olarak ilhak ve sömürge statüleri arasında zaman zaman tali olarak görülen benzerlikler ve farkları doğru analiz etmek uygun mücadele metotları örgütlemek için hayatidir.

Kürdistan Bahsinde Sömürge ve İlhak

Bugün Kürdistan’ın güncel politik ve toplumsal durumuna dair belirlemelerde bulunan ya da bilgi üreten politik yahut akademik neredeyse bütün yaklaşımların merkezlerine “sömürge” veya “sömürgecilik” kavramlarını aldıkları herkesin malumudur. Hatta bu belirlemelerle ilişkili olarak Amerika ve Avrupa’daki liberal görüşlere yakınsayan, meseleyi neredeyse eş anlama gelecek şekilde bir tür “Beyazlık Sözleşmesi” analojisi üzerinden okumaya çalışan çok geniş bir siyaset ve akademi “sınıfı”nın olduğu şüphe götürmeyecek şekilde ortada durmaktadır. Fakat bütün bunlar Kürdistan’ın mevcut politik, toplumsal ve ekonomik durumuna dair aslında bize ne söylerler? Zira bir önceki paragrafta da dile getirilmiş olduğu gibi ilhak ve sömürgecilik arasında tarife yönelik bir bocalama, dünyadaki diğer sömürgecilik ya da ilhak örneklerine bakarak yanlış çıkarımlarda bulunma ve örneğin ilhak durumunda, ezilen ulus-ülke gerçekliğinin ezen ulusun burjuvazisi için ne anlama geldiğini politik olarak tam olarak kavrayamama sonuçlarını beraberinde getirebilir. Buradan hareketle, Kürdistan’da 40 yıldır sürmekte olan mücadelenin çeşitli veçhelerinde Türk devletinin çeşitli iradeci askeri eylemler yoluyla “mecbur bırakılarak” Kürdistan’dan çekilebileceği yahut birtakım barışçıl ve pasifist eylem dalgaları -sivil itaatsizlik, geçici süreli boykot- sayesinde Kürdistan’ın özgürleşebileceği nevinden çıkarımlar tam da yukarıdaki yanlış temelde kavrama durumunu örnekler.

Fakat bu tarifler her ne kadar meselelerin ve statülerin birbirlerinden ayrılmasının, siyasi olarak daha isabetli ve anlaşılır tespitler yapılabilmesinin önünü açıyor olsa da ulusal sorunun türleri olarak ilhak sorunun bulunduğu coğrafyalarla sömürge sorununun bulunduğu coğrafyalardaki hâkim devletlerin; genel ve gündelik siyasal, toplumsal, ekonomik ve kültürel pratiklerinin birbirlerine yakınsadığını hatta bazen aynılaştığını söylemek de yerinde olacaktır. Yani ilhak sorunun olduğu coğrafyalarda da ezilen ulusun siyasal mücadelesinin seyrine ve düzeyine bağlı olarak kimi zaman sömürgecilik uygulamalarına denk hatta onu da aşan uygulamak görülmesi mümkündür. Kürdistan’da son 40 yıldır devam etmekte olan mücadele boyunca Türkiye, Irak, İran ve Suriye devletlerinin pratikleri bu durumu örneklemek için yeterlidir.

İlhak ve sömürgecilik kavramlarının bu uzatılmış ve ayrıntılandırılmış açıklamalarının ardından Kürdistan özelinde bu tarifler üzerindeki ayrımın yanlış ele alınmasına tekrar dönebiliriz. Uluslar, bir önceki yazıda da belirtilmiş olduğu gibi esasen “muhayyel” birliklerdir. Bu nedenle ortaya çıkış ve örgütleniş şekilleri itibariyle onu şekillendiren politik öznelerin, yani başka bir anlamda da o öznelerin tabiî olduğu sınıfların perspektifini yansıtırlar. Bu durum her ulusun etrafında kümelendiği ortak bir dil, temellük edilmiş bir kara parçası veya müşterek tarihi-kültürel sembollerden farklı bir tür bir araya gelişi ifade eder. Komünist Manifesto’da proletaryanın “sözcüğün burjuva anlamında” olmayacak şekilde “… her şeyden önce, siyasal gücü ele geçirmek, ulusal sınıf -ya da ulusal önder sınıf- durumuna gelmek, bizzat ulusu oluşturmak zorunda olmak” vurgusu da “ulus”un tam bu durumunu, ziyadesiyle modern ve kapitalizm sonrası bir fenomen olduğunu ortaya koyar.

“Kadim Kürd Ulusu” Anlatısı ve Siyasi Sonuçları

Tekraren söylemek gerekirse bu gerçek örneğin Kürtler veyahut proto-Kürtler adıyla, muhtemelen bugünkü Kürtçenin farklılaşmamış ve yekpare bir halini konuşan ve çok uzun yüzyıllar boyunca nesiller halinde bir grup insanın, bugün modern anlamda Kürdistan olarak adlandırdığımız yerde yaşamadığı, bir kültüre, bir tarihe sahip olmadığı ya da bütün Kürt ulusu-Kürdistan tartışmalarının bir “modern zaman masalı” olduğu sonucuna varmaz. Ancak bir tarihsel-coğrafi mekân olarak Kürdistan ile bugünkü anlamıyla Kürt ulusunun üzerinde devletleşmek için mücadele verdiği Kürdistan aynı şeyleri ifade etmez. Bu iki nesne üzerindeki ayrım bize bir yandan tam anlamıyla Kürdistan’ın mevcut politik-toplumsal durumuna dair doğru analizler yapma imkanını verirken öte yandan da ampirik olmayan ve iradeci, yanlış bir politik okumanın sonucu olan siyasi analizler üzerinden çıkarımlar yapmak ve bilgi üretmekten, savlar öne sürmekten alıkoyar.

Aimé Césaire ve Sekou Toure gibi yazarların kendi eserlerinde Afrika’nın Avrupalı güçler tarafından kolonileştirilmesine karşı tarihsel doğruları da içeren tepkisel bir yeniden tarih okumaları yapmaları, 20. Yüzyılın ortalarında, tüm dünyada ve Afrika’da ulusal kurtuluş hareketleri gelişirken oldukça revaçtaydı. İngiltere ve Fransa gibi sömürgeci güçlerin, İkinci Paylaşım Savaşı’nın sonunda ortaya çıkan ve Lenin’in “emperyalizm ve proleter devrimler” çağı tespitiyle de uyumlu olarak Afrika ve Asya’daki sömürgelerinden çeşitli mücadelelerin ve savaş sonrası düzenin bir sonucu olarak çekilmeleri, dünyanın Kürdistan gibi ulusal kurtuluş yoluna yeni girmekte ya da girecek olan coğrafyalarına da bu sömürgecilik anlatısı üzerine şekillenen politik bilincini miras bıraktı. “5000 yıllık kesintisiz bir Kürt-Kürdistan tarihi” veyahut Kürdistan’da yaşamış olan kadim uygarlıkların modern bir ulusun devamı sayılacak şekilde Kürt uluslaşmasının bir parçası sayılması gibi pratikler günün Kürdistan’daki baskın politik hareketi ve onun şekillendirdiği düşün dünyası açısından yukarıda sayılan sebepler göz önüne alındığında elbette ki sürpriz değil.

Bu anlatının Kürdistan’da ne kadar kabul görmüş bir anlatı olduğunu anlamak için siyasi ve toplumsal alandaki aktörlere göz atmak faydalı olacaktır. Çünkü daha yukarıda da bahsedildiği şekliyle sözü edilen Kürdistan’ın mevcut durumuna dair yanlış politik okumanın siyasal ve tarihsel çıkarımlarının salt spesifik bir politik hareketin ufkunu belirlediğini söylemek yanlış olacaktır. Bilakis yanlış politik okumanın biçimlendirdiği tarihsel kültürel antropolojik temel üzerinden çıkarımlarda bulunmak Kürdistan’da kendini baskın olan politik hareketin karşısında muhalif olarak konumlandıran mütefekkirler ve siyasetçiler açısından da oldukça yaygın bir durumdur. Bunun güncel örneklerinden biri geçen aylar içerisinde “Sümerlerin de aslında Kürt olup olmadığı” tartışmasıyla, tarihsel kültürel antropolojik gerçeklerin eğilip bükülmesi üzerinden yaşandı. Aralarında kendilerini farklı siyasetlere veya geleneklere yaslayan düşün insanlarının da bulunduğu bir grup, Sümerlerin birçok açıdan Kürtlere benzediği, dahası Kürtlerin tarihsel, kültürel ve sosyolojik açıdan Sümer uygarlığının bir devamı sayılması gerektiği üzerine yazılar yazdı ve içerikleri üretti. Bu durum aslında çoktandır genel bir kabulle üzerine toprak atılmış “ulus” ve “uluslaşma” kavramlarının, 1970’lerde Kürdistan’daki devrimciler için gayet berraklaşan tanımının yukarıda tartışılmaya çalışılan ampirik çerçeve içerisinde yeniden ve ısrarla vurgulanmasının ne kadar elzem olduğunu göstermektedir.

Bütün bu gelişmeler ışığında, “ulus” gibi son derece modern bir nosyonun ve bu nosyonla ilişkili olarak “ilhak” ve “sömürgecilik” kavramlarının bilimsel ve Marksist-Leninist bir tarzda ele alınmamasının Kürdistan özelinde sebep oldukları ortadadır. Sömürgecilik belirlemesine dayanan, öznel ve iradeci tutumun Kürdistan’daki somut durumu karşılamadığı gibi gerçek ulusal kurtuluşun kavranması yolunda kitlelerde yanlış temelde bilinçlenmeye yol açtığı da açıktır. Buradan hareketle, somut koşulların hem tarihsel hem mevcut olgular çerçevesinde somut tahlilinin Kürdistan’ın siyasal ve toplumsal ahvali için bugünkünden farklı ve bilimsel bir analiz biçimini şart koşması, Kürdistan’da ulusal kurtuluş üzerine kafa yormakta olan herkes için bütün yakıcılığıyla belirgin durumdadır.

Etiketler:
Paylaş
Yorum yazın*

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir